Doğal hakların siyasal olarak geçerliliğine yönelik bir başka itiraz ise, siyasal gerçeklikten bağımsız olduğunu iddia eden bir değerin siyasal alanda fiili bir varlık kazanamayacığını savunanlar tarafından ortaya konmuştur. Buna göre tüm siyasal şeyler somut olarak bir siyasal toplumun varlığıyla varlık kazanır. Dolayısıyla da siyasal toplum olmadan haklardan söz edilemez ve haklar da diğer siyasal şeyler gibi siyasal toplumun varlık kazanmasıyla varlık kazanır.
E.H. Carr’ın İki Dünya Savaşı arası dönem üzerine yaptığı gözlemlerden yola çıkarak ileri sürdüğü görüşler, doğal hakların siyasal alanda yaşama geçirilmesi konusundaki bakışı derinden etkilemiştir. Carr’a göre siyasal gerçeklikten kaynağını almayan bir siyasi ütopyanın, hayal kurmanın ötesine geçerek sınırlı bir başarı dahi elde etmesi imkansızdır. Siyasal belirleyiciliğin bu kadar güçlü kabul edildiği bu anlayış içinde, siyasetten ve siyasal gerçeklerden bağımsız bir şekilde, soyut evrensel değerlerin ışığında siyaset yapanlar kaybetmeye mahkum olarak kabul edilirler.
Bu yönüyle Realizm, siyasal olarak belirlenenden bağımsız bir üst evrensel değerin varlığını reddetmemiş, ancak siyasal gerçekliğe uyum sağlamadan yaşama geçme imkanını küçümsemiştir. Bir başka deyişle soyut değerlerin somut varlık kazanması siyasal gerçeklikle uyumu ölçüsünde mümkün olabilmektedir. Realist dünya görüşünde, siyasal gerçekliğin dönemsel olarak doğru anlaşılması ve onunla uyumlu kalmayı başarabilme yeteneği bu şekilde ve giderek güçlenerek en üst değer konumuna yükselmiştir.
Bu bağlamda düşünce düzeyi evrensel değerlerin hissedildiği ya da varlık bulduğu ve yol gösterici ışığını sürekli yaydığı bir üst düzey olmaktan çıkmış, bunun yerine siyasal gerçekliği belirleyen dönemsel koşulların gözlemlenmesi ve anlaşılmasına yarayan işlevsel bir araca dönüşmüştür. Realist için düşünmek esas olarak geçmişe veya bugüne bakmak ve nedensellikleri aramaktır. Bu nedensellikler dünyasında ise artık söz konusu nedenselliklerden bağımsız olarak hissedilen ve belki de bu nedensellikler dünyasıyla çatışan değerlere pek yer yoktur. Bu tespit doğrudan doğal hakların varlığını reddeden çoğulculuktan oldukça farklı olsa da, yine de siyasal olanın, evrensel değerlerin öncesine alınması nedeniyle doğal hakların siyasal olanı belirlemesi gerektiği düşüncesini zayıflatmıştır.
Realizmle, Çoğulculuk arasındaki doğal hakların varlığına ilişkin temel farkı algılayamayan ya da gözardı eden bazıları, siyasal düzeni ya da onun yapısal belirleyiciliğini açıklamak için insanın güç arayışını değişmez neden olarak ortaya koymuşlardır. Bu yeni şekliyle Realizm dolaylı bir çıkarım sonucunda siyaseti belirleyecek mutlak ve evrensel değerleri redederek, bunun yerine mutlak ve evrensel kötülüğü esas alma eğilimi göstermiştir. Radikal Realizm diyebileceğimiz bu eğilim, çoğulculuğun özünde barındırdığı bir değer olan toleransı bile yok saymış ve doğal haklar açısından bakıldığında çoğulculuğun bile gerisine düşmüştür. Siyasal gerçeklik, gücün dönemsel dağılımı olarak algılanmış ve dönemsel olarak güç dağılımı bir kere belirginleştiğinde en güçlü olmayı başarabilmek tek değer haline getirilmiştir. Dolayısıyla güç ve güçlü olabilme siyasal dünyada başlı başına mutlak ve evrensel bir üst değer haline gelmiştir. Bir başka deyişle artık hukuk, haklar, değerler güce eşitlenmiştir. Güç ve güçlü herşeyin kaynağı olmuştur. Carr, güçlünün hakkının kurucu olmasına dayanan bu hukuk anlayışını basit bir anlatımla ama etkili şekilde eleştirmiştir. Carr’a göre “hukuk kendi kendine yeterli olamaz, çünkü ona uyma yükümlülüğü daima kendisinin dışında bir şeye dayanmalıdır”. Bu yalın ifade, güce dayanan bir hak ve düzen anlayışının meşruluk krizini ve varolma koşullarının zorluğunu açıkça ortaya koymaktadır.